Laiklik devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil  akla ve bilime dayandırılmasıdır. 
Laiklik, dinin doğru uygulanabilmesinin teminatıdır!..

O; tarih boyunca hakkında elli bine yakın kitap, yüz binlerce makale yazılmış tek Türk’tür!..

Tarihe Dair Notlar
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam27
Toplam Ziyaret149907

Varoluşçu Psikoterapi -2-

IV.VAROLUŞÇU SAVUNMA MEKANİZMALARI

İkinci bir fark savunma mekanizmalarında ortaya çıkmaktadır.Klasik psikanalizin ayrıntılarıyla ortaya koyduğu “ego’nun savunma mekanizmaları” ile bertaraf edilmeye çalışılan temel anksiyete etkenleri bastırma,yer değiştirme,tersine dönüştürme ,yüceltme gibi işlemler sonrası asıl görünümlerinden farklı endişe kümeleri ve semptomlar halinde  ifade bulur. Böylece az çok değişime uğramış korkular bilinç seviyesine ulaştığında varoluşçu psikoterapinin ortaya koyduğu bazı “özgün savunma mekanizmaları” devreye girerek korkuları gidermeye çalışır.

a.Ölüm anksiyetesi :

Klasik psikanalizin ego’nun savunma mekanizmalarının işleminden sonra kendisini ikincil korkular şeklinde gösterir.Sevilmeme ve unutulma korkusu,sevdiklerini kaybetme korkusu,sıradan birisi olma ve başarısızlık korkusu,bir işe ya da ilişkiye bağlanma korkusu(hayatın olanaklarını tüketme ve durağan,hareketsiz kalma=ölüme yaklaşma) ölüm anksiyetesine ikincil  korkular arasında sayılabilir.

Bu korkuları gidermeye yönelik teşebbüsler ise varoluşçu ekole özgü  savunma mekanizmalarını oluşturur:

■Mutlak başarıyı yakalamak ve asla unutulmamak: (Yaptıklarımla hatırlanacağım ve adım insanlara yol gösterecek!)
■Özel birisiyle birleşmek ve onun sayesinde ölüme karşı bağışık olmak (baba,eş,sevgili,idol vb)
■Kişisel olarak ölümsüz olduğuna inanmak(ölüm başkalarının başına gelebilir ama bana asla!)
■Zamanı dondurmak:tanıdıklarla ve meşgalelerle doldurulan hayatın her zaman bu şekliyle sabit kalacağına inanmak(Değişen hiçbir şey yok,ben de çevremdeki her şey de  aynı,geçen zamana karşı bağışıklıyım sanki!)
■Zamanı ileri doğru yaşamak:Hiçbir yerde sabitlenmemek,sürekli hareket etmek,bağlanmamak(Eğrelti otunun yaprakları gelişimsel süreçte aşama aşama açılır.Tamamı açıldığında artık açılacak yaprak kalmaz.Bir sonraki aşama ölümdür (Eğer hala ,bir eğrelti otunun yaprakları hiç açılmamış  nüvesi isem,ölümden daha çok uzağımdır!)
b.Özgürlük ve Sorumluluk

Heidegger’in kavramı “Dasein” kullanımı itibarıyla aynı anda  iki anlama gelir ,orada bulunan varlık :deneysel ego ve kendisini yaşadığı dünya ile birlikte kuran varlık: “aşkın ego.”Sartre’de Heidegger’i takip etmiş ve Dasein’in içindeki varlıkları “kendinde varlık” ve “kendi için varlık”olmak üzere ikiye ayrıştırmıştır.Aşkın ego ve kendi için varlık,dünyaya anlam yükleyen ,onun kurucusu olan varlıklardır.Dünya (duyu verilerinin dış gerçeklik olarak takdim ettiği şey) Heidegger ve Sartre için “orada duran” ve “içine girip çıktığımız” nesnel bir varlığa sahip değildir.İnsanın istencinin ürünü ,kendi yapısı,kurgusudur.Bu durumun farkına varmak özgürlüğün ve sorumluluğun kaygısını(Sartre’nin “bulantı” romanında bahsedilen duyu moduyla “bulantısını”) yaşamayı getirir.Ayaklarının altında kendi kurduğunun dışında nesnel gerçekliğe sahip bir zemin olmadığını fark eden insan özgürlüğüyle ne yapacağını bilemez.İçine girebileceği ,kendisine neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildirecek bir yapı (structure) arar.Özgürlük ve sorumluluk  kaygılarını gidermeye yönelik savunma mekanizmaları bu noktada devreye girer.

Zorlantı: Hayatı bir seçim yapmaya yer kalmayacak şekilde kompülsif (zorlantılı) eylemlerle doldurmak.Bu tür bir yaşantı “ben yaşantısı” gibi yaşanmaz.Kişi , egoya yabancı güçlerin (ben olmayan) hakimiyetinde bir yaşantı sürmektedir sanki.Böyle hissetmesi de doğaldır zira id’den (alt ben) kaynaklanan dürtüsel nitelikte impulslar ego kaynaklı engellerle karşılaşmaksızın doğrudan ifade yolu bulmaktadır.Cinsel ilişki zorlantısı,alkolizm,kumar tutkusu,fanatik düzeyde takım tutma gibi bağımlılık düzleminde yaşantılar varoluşçu psikoterapinin bakış açısından zorlantı (kompülsiyon) savunma mekanizmasının bir tezahürüdür.Zorlantılı davranışlar ,seçim ve sorumluluk üstlenme gereksiniminden kaçma arzusuna hizmet etmektedir.

Sorumluluğunu bir başkasına yükleme:Sık kullanılan bir mekanizmadır.Kişinin kendi durumu ve sıkıntısı başka birisinden ya da dış güçlerden kaynaklanmaktadır.Çözümü de başka birisine yüklenir. Türkiye’nin güneydoğusu ile ilgili problemleri tamamen dış güçlerin oyununa bağlamak ve bu suretle sorumluluktan kaçmak ,çözüm için insiyatif kullanmamak sorumluluktan kaçma çabasının güzel ve  kolektif bir örneğidir kanımca.Tüm sorunlarının çözümünü eşinden bekleyen yaşamından şikayetçi bir kadın,terapistten psikolojik problemlerini sihirli bir değnekle halletmesini bekleyen ve hiç çaba göstermeyen hasta bu savunma mekanizmasına ilişkin verilebilecek örneklerdir.Pasif agresif davranış bozukluğu ile yakından ilişkili bir mekanizmadır.

Masum kurban rolü oynama:Yaşantılanan olayların dışında edilgin bir konumda kalma ve olayların sorumlusu değil kurbanı olduğunu ileri sürme.

Kontrolü kaybetme: Bu savunma orantısız tepkiler vererek ve bir çıldırma simülasyonu yaratarak olayla ilgili sorumluluktan “psikolojik bozukluk mazeretiyle” kaçma çabasıdır.Kontrolün kaybedilmesi kişiye karşı çevrede korku ve acıma duyguları uyandırarak beklentilerin geri çekilmesi, yakın ilgi ve şefkat gösterilmesi gibi “ikincil kazançlar” temin eder.

Arzu ve karar vermeden kaçınma: Yaratmanın yapıtaşları arzu ve karar vermedir. Sorumluluktan kaçınma eğilimi içindeki kişi kendisini arzuya karşı duyarsızlaştırarak seçmekten vazgeçmeyi kolaylaştırır.

c.Varoluşsal Yalıtım(İzolasyon)

Varoluşçu yalıtım, varlığımızın temelde dünya ve insanlardan keskin ve karşı konulmaz ayrılığını anlatır.
Varoluşçu yalıtım ;kişilerarası ve kişinin kendi benliği içindeki parçalanma ve yalıtımdan farklı bir kavramdır.Kişilerarası yalıtım,insanın kendi kabuğuna çekilmesidir ve çeşitli sebebleri olabilir.Kişinin kendi kişilik ve beden parçalarının ayrılığı ise bir başka yalıtım tipidir.H.S.Sullivan kişinin bir yaşantısının diğer yaşantılardan koparak bir adacık halinde yalıtıldığı hale çözülme (dissosiasyon) demekteydi ve bu süreci psikopatoloji şemasında merkezi bir role koyuyordu.Fritz Perls’in kurduğu “Geştalt terapisi” akımı,yalıtılmış psişe parçaları birleştirerek  kişinin bütünlüğünü sağlamayı hedefler.

Varoluşçu yalıtım,ne denli doyurucu ilişkiler kurmuş görünüyor olsak da ,ne denli kendimizi “evimizde” hissettiğimiz düzenlenmiş bir çevrede yaşıyorsak da, en derinde  tüm dünya ile aşılmaz bir mesafe olduğunu biliriz.Ve kimi zaman kısa süreli de olsa gerçeklik perdesinin açıldığı bir yaşantı deneyimlenir.Nesneler anlamlarını yitirir,semboller parçalanır ve insan kendisini “evindeymiş gibi” hissettiği rahatlıktan kopar,bildik olandan uzaklaşır.Kendisinin olarak gördüğü her şey solup gözden kaybolur.Tehdit eden hiçtir (hiç bir şey) ve kendisini tek başına boşlukta bulur. Yalıtımı olanca gerçekliğiyle hissettiğimiz anlardır bunlar.

Bildik olanın anlamını yitirmesi sadece nesneler dünyasında başımıza gelmez.Bazen yapı ve denge icat edilmiş “roller, değerler, kurallar, etik” gibi diğer varlıklar da anlamlarından sıyrılabilirler.
Irwin Yalom, hastalarına varoluşçu yalıtımın hissedilebilmelerini sağlayan bir test uyguluyor:“kimlikten sıyrılma testi”. Danışanlarına dağıttığı , üzerinde “ben kimim?” yazan bir karta yanıtlar yazmalarını istiyor. “Erkek, baba, dişçi, kitapsever, koca, dindar vb” cevaplar sıralayan bir danışanına bu kimliklerden ilkinden başlayarak birer birer sıyrıldığını düşünmesini istiyor.Sonunda birey bütün kimliklerden sıyrılmasına rağmen  hala varolmaya devam ettiğini fark ediyor.
Benzer bir deneyim bir doğa gezisinde kaybolan yürüyüşçünün,bir sis içine giren sürücünün başına da gelebilir.Hissedilen şey tanıdık olmayan bir evrende bir başına kalındığında her şeyden yalıtılmış haldeki varlıktır.
Mutlak yalıtım halindeki varoluş gerçeğinden ve bu gerçeğin yarattığı anksiyeteden kaçmak için başvurulan savunma mekanizmaları şöyledir:

Varolduğunu onaylayan başkalarına tutunma:Kişi, ancak ilişki halinde olduğu başkalarının bilincinin nesnesi iken varolduğunu,canlı olduğunu düşünür.Başkaları tarafından unutulmaktan korkar ve kendi varlığını onaylamaları için zorlantılı bir “ilgi ve sevgi gereksinimi” duyar.Onu önemsememeleri,unutmaları ,beklediği ilgiyi göstermemeleri böyle bir savunma mekanizması kullanan birey için felakettir.

Tek başına kalmaktan zorlantılı kaçınım:Yalnız kalmamak için sürekli birileri ile birlikte olmak veya zamanı bir şekilde tüketemeye yarayan muhtelif  faaliyetlerde bulunmak bu savunma mekanizmasının özüdür.İlişki kurmak,ilişki içinde bulunmak hayatın özüdür ancak bu savunma mekanizmasında ilişkiye ve kişiye  hakkettiği değer verilmez.Maksat ilişki içinde olunan kişiyi “yalnız kalmama gereksinimini” doyuracak şekilde kullanmaktır.

Zamanı öldürecek çok sayıda etkinlikle uğraşarak yalıtımdan kaçınmak (İşkoliklik): Zamanı tasarruflu bir şekilde kullanmak çağımızın hakim ilkesidir.Zamandan tasarruf sağlayan araçları severiz ve kültürel ortamımız bireyin  kendi varlığını dahi “verimli bir makine gibi” incelikle tasarlayarak yaşantılama eğilimini yüceltmektedir.Paradoksal durum şudur ki; zamanı bir yol ile öldürürken tasarruf edilen zaman, zamanı öldürmenin başka bir yolunda harcanır.İşkolik bireylerin en sıkıntılı günleri işteki başarılarının getirdiği olanaklar sayesinde tadını çıkarmaları gereken “pazar günleridir.” Böylesi tatil günlerinde işkolikliklerini varoluşsal yalıtıma karşı savunma mekanizması olarak kullanan bireylerde artmış  anksiyete hali veya  bir panik atak epizodu görülebilmektedir.Batı dünyasında artmış doğu mistisizmi ve meditasyon merakı, zamanın batı tarzı tüketimine karşı bir alternatif oluşturmasından ileri gelmektedir.Zamanı tüketmek yerine yaşamak,önce kaygı yaratsa da varoluşsal yalıtımla yüzleşmeyi göze almak meditasyonun zihni düşüncelerden ve her türlü meşgaleden arındırıcı etkisi sayesinde mümkün olmaktadır.

Birleşme: Doğumundan itibaren bağımlı bir hayat süren insan gelişim süreci itibarıyla bağımlılıklarından kurtulup birey olmaya doğru yönelecektir.Ancak birey olmanın getirdiği yalnızlık ve yalıtım korkusu insanı kendisinden daha büyük oluşumlarla (ideoloji,din,yüce bir dava) birleşip bağımsızlığından feragat etmeye yöneltir.Birleşme ego sınırlarının silinerek  baskın olan diğerinin (Arieti’nin terimi) içinde erime , kaynaşma şeklinde de olabilir.

Cinsel ilişki zorlantısı: Cinsellik, ölüm kaygısın karşı olduğu kadar varoluşsal yalıtıma karşı savunma olarak  kullanılır.Gerçek bir ilişkinin verdiği rahatlık duygusu veremese de yarattığı “ilişki taklidi” etkisiyle geçici ama güçlü bir rahatlama sağlar.Cinsel ilişki ilişki taklididir çünkü gerçek bir ilişkinin ihtiva ettiği bütünsellik deneyimi  eksiktir.İlişki, sadece kişilerin o an dürtüsel gereksinimleri olan parçalar üzerinden gerçekleşir.Cinsel zorlantının terapi sonrası azaldığı durumlarda bir süre için hayatın  daha renksiz ve hatta kasvetli olduğu göze çarpar.Zira bu tür nevrotikler için  gerçek ilişki kurmak yerine geçici cinsel ilişkiler kurmak hep tercih edilir olmuştur.Nevrotiğin repertuarında gerçek ilişki deneyimi ya azdır ya hiç yoktur.Sonuçta ilişki eksikliği ve varoluşsal yalıtımın deneyimlenmesi gerçekleştiğinde sıkıntı ve depresif duygulanımının ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur

d.Anlamsızlık

A.Neden anlam arıyoruz?:

Nöropsikolojik yapı gereği anlam arayışı:İnsan hayatında anlam arayan bir varlıktır.Anlamı istediğimiz ve onun yokluğunda çok rahatsız olduğumuz açık bir gerçek.Bu anlam arayışı nereden gelmektedir?Nöropsikoloji konusundaki deneysel araştırmalar ve Gestalt psikolojisi çalışmaları insan zihninin kendisine gelen uyarıları onlardan bir anlam çıkaracak şekilde organize ettiğini, bir kalıba soktuğunu, tanıdık bir çerçeveye yerleştirdiğini göstermiştir.Aşağıdaki bazı örneklere bakalım.

 

 “a” şeklindeki noktalar zihnin birbirine yakın nesneleri bir küme halinde  algılama eğilimi sonucu gelişigüzel değil iki öbek oluşturacak şekilde algılanır. “b” şeklinde görülen noktaların bir kısmı zihnin devamlılığı algılamaya seçici dikkat göstermesi nedeniyle   zincir şeklinde algılanır. “c” şeklindeki çay fincanlarının çizgilerinin kesintiye uğrayan kısımları insan zihni tarafından tamamlanır ve fincan bütünsel olarak algılanır.
İnsan zihni çevresindeki uyaranları gelişigüzel ve rastlantısal olarak algılamaya değil,bir düzen içinde ,nedensellik yasasına tabi ve anlamlı olarak algılamaya eğilimlidir.Anlam çıkaramadığı,hafızada kendisinin veya bir benzerinin  kaydı olmayan ve bir kalıba uymayan durumlar insan için tedirgin edici durumlardır.Çevreden gelen bir çığlık,tuhaf bir ses ,kendisine doğru dikkatli bakan bir göz ,garip bir yüz ifadesi anlam verilinceye kadar kişiyi tedirgin eder. Bu gibi durumlarda tedirginliğin yanı sıra kızgınlık ve çaresizlik duyguları da hissedilen duygulardır.Kişi çevresinde olup bitenlere olduğu kadar kendi hayatına da anlam vermek ihtiyacındadır.Anlamın yanı sıra değerlerede ihtiyaç duyulmaktadır.Anlam “neden yaşamalıyım” sorusuna verilen cevap ise değerler “nasıl yaşamalıyım” sorusuna verilen cevaptır.Değerler anlam şemasına uygun olmalıdır.Değerleri anlama uygun bir hayat sürmek için yaratılan kurallar/onamalar olarak düşünebiliriz.Varoluşçuluk insanın kendisini verdiği kararlar ve eylemlerle yarattığını söyler.Bu kararların çoğu bir kez verilir ve değer statüsüne ulaşır.Değerler sayesinde sürekli karar verme mekanizmasına başvurmak gerekmez.Sonuç olarak değerlerin anlamlı bir hayat sürmek için bireye yol gösterici görev üstlendiği söylenebilir..

Kültürel bir mit olarak anlam arayışı: Batı ve doğu kültürleri arasındaki önemli bir fark batı kültürünün hayatı belirli bir anlama sahip, başarılması gereken bir olgu olarak görmesidir.Hayatı başarılı olarak yaşamak ortaçağ sonrası filizlenmeye başlayan batı düşüncesidir.Bu düşünce ilk Hıristiyan düşüncesinde görülmez.Aksine ilk Hıristiyanlar  çalışma ve zenginliği kovalanacak bir amaç değil zihni endişe ile doldurup,Tanrı’nın hizmetinde geçirilecek zamanı tüketen engeller olarak görmüşlerdir.Calvin’ci düşünce ile Hıristiyan düşüncesi önemli bir değişime uğradı.Calvin insanların cennete gitmek için iradelerine dayanarak bir şey yapmalarını mümkün görmüyordu.Kimin cennete gireceğinin bilgisi ruh üflenmesinden beri Tanrıda mevcuttu.Akabinde Tanrının önceden belirlediği yazgıya göre cennete girmek üzere seçilmiş şanslı kişilerin dünyada da başarılı oldukları fikri ortaya çıktı. Tanrı çalışanı seçiyor ve  seviyordu.Çalışma hayatında başarılı olamayan insanlar ise cehenneme gidecek günahkarlar olarak görülmeye başlandı.Rönesansla birlikte doğa  bilimlerinde alınan yol insanın doğaya egemen olma arzusunu ve kendine güvenini artırdı.Endüstri toplumuyla birlikte “zenginlik ve refah” başarının göstergesi ve yaşamın amacı haline geldi. Oysa mistik doğu düşüncesi,örneğin Zen Budizm doğaya hakim olmayı değil onunla uyum içinde olmayı savuna gelmiştir.Hayatı bir gizem olarak kabul eder ve  bir anlam aramayı reddeder.Hayatın amaç gerçekleştirilmesi olmaksızın eksik olduğu inancı bir Batı miti,kültürel bir kurgudur,tarjik bir varoluşsal hayat gerçeği değil.

B.Anlamsızlık sendromu neden bu denli yaygın?

İnsanların yaşamlarına ilişkin bir anlam ve amaç bulma ihtiyacı modern dünyanın inşası ile birlikte olanca haşmetiyle karşımıza çıkmış görünüyor.Bir kaç yüzyıl öncesinin doğa ve çiftlik hayvanları ile iç içe yaşayan dinsel yönelimli insanı barınma,beslenme konuları ile daha ilgiliydi ve doğanın kendilerine bahşettiği hayatı gelecek nesillerle taşıma görevlerini yerine getirirken soru sorma ihtiyacı duymuyorlardı.Ancak değişen “dünya  ve üretim ilişkileri” böylesine sorgusuz bir hayatın artık geçirilememesine neden oldu.İnsanlar artık maddi zenginlik ,saygınlık ve ün istiyorlar.Saygınlık ve ün ise maddi zenginliğe bağlı.Anlamlı bir hayat bugünün insanı için hayatını kolaylaştırdığı kadar diğer insanlara nispet yapacak ölçüde meta biriktirmek bağlamında açımlanıyor.Bu çerçevenin dışına çıkarak olan bitene bakmak isteyen insanlar için ise “anlamsızlık krizi” ,bir “varoluş vakumu” ortaya çıkıyor.
Modern dünyada  anlamsızlık sendromunun ortaya çıkmasına sebep olan etkenlerin bazılarını şöyle özetleyebiliriz:

■doğaüstü güçlere olan inancın zayıflaması ve bilimsel dünya görüşünün yaygınlaşması
■doğadan kopuş
■iş bölümünün yaygınlaşması ile üretilen metanın bütünü (ve dolayısıyla anlamı) yerine parçasıyla kurulabilen yabancılaştırıcı üretim ilişkisi
■zenginlik , refah ve tanınmışlığın hayatın gayesi haline gelmesi ve rekabetçi sosyoekonomik düzen içerisinde insanların kendi durumlarını benzer statüde insanlarla karşılaştırararak kendilerine sürekli değişen  bir değer  biçmeleri.
■çalışma süresinin kısalması,yaşamsal güvenliğin artması sonucu dikkatin hayatta kalmaktan yaşamın anlamı konusuna dönmesi
■emek ürününün anlam ve estetik olarak yaratıcısından koparak yalnızca parasal karşılığının tatmin konusu haline gelmesi (bununla ne satın alabilirim?)
■seri üretim yapan fabrikalarda yaratıcı  edimlere yer vermeyen tekdüzelik (kim olsa aynısını yapar)
Zengin bir çiftlik sahibi olan Tolstoy eserlerinde “anlamsızlık” temasını az rastlanır bir başarıyla ele almıştır. Çiftliğinde yaşayan köylülerin kendisinin tersine anlamsızlık sorunu ile meşgul olmamaları dikkatini çekmiş ve kendisinin bilmediği bir şeyi bildiğini zannnetiği bu köylüler gibi yaşayarak kendisi de bu sorundan kurtulmayı arzulamıştı.

Albert Camus, “anlamsızlık” teması üzerine yazan önemli bir yazardır.”Yabancı” ve “veba” gibi romanlarında bu konuyu işlemiştir.Camus, “en önemli felsefi sorun, hayatın anlamı olmadığını bir kere anladıktan sonra yaşamaya devam edip etmeme kararıdır” demişti.Sartre gibi Camus da dindar değildi ve evrensel bir anlamın yokluğunda kişisel bir anlam bulmak gerektiğine inanmıştı.Bu anlam,metaforik olarak Nazilerin Fransa’yı işgal etmesine,savaşın yıkıcılığına gönderme yapan  veba romanında, kendisini vebalı hastalara adayan yorulmak bilmez Dr .Rieux’un özgeci karakterinde gösterir.Camus’un kişisel anlamı,sevgi,dayanışma, kardeşlik,gururlu bir asilikti.

C.Viktor Frankl,anlamların üç genel kategoriye ait olduğunu söyler

İnsanın başardığı veya kendi yarattıkları ile  dünyaya verdikleri:Frankl,Auschwitz toplama kampında geçirdiği seneler boyunca hayatta kalabilmesini; insanların anlam arayışlarına dair edindiğini düşündüğü değerli bilgiyi açıklama arzusuna bağlamıştı.İnsanlar eğer kendi yaratımlarına özgü anlamı keşfederlerse (ki burada Frankl böyle bir anlamın Sartre’nin iddia ettiği gibi bir insan icadı/yaratımı olmadığını ; keşfedilmek üzere bekleyen tanrının yaratımı olduğunu düşünür) ve yaratıcı bir etkinlikle bu anlamı gerçekleştirirlerse bu onların dünyaya verdikleri bir hediye olacaktır.Tıpkı Frankl’ın insanlara hediyesi gibi.Frankl küçük büyük anlam farkı gözetmez: “Önemli olan şey” der Frankl, “etkinliklerinizin yarı çapı değil,çizdiği halkayı ne kadar doldurduğunuzdur”

İnsanın etkileşim ve deneyimleri sonucu dünyadan edindikleri:İnsanın güzellikten,gerçekten ve sevgiden elde ettiği anlamdır.Derin yaşantıda bağlanmak anlamı meydana getirir. Frankl sorar: “En sevdiğiniz müziği dinlerken birisi omzunuza dokunur ve hayatınızın anlamı olup olmadığını sorarsa ,”Evet” diye yanıt vermez misiniz? Bir dağın tepesinde oturan doğasever,bir ayine katılan dindar kişi,insana ilham veren bir seminere katılan entelektüel,bir sanat şaheserinin karşısındaki sanatsever de aynı yanıtı verecektir.

İnsanın acı çekmeye,değişmez kadere karşı aldığı tutum:İnsan her daim acıyla , ıstırapla karşı karşıyadır.Dünyanın güzellikleri ve kişisel yaratımımızın bize sağladığı anlam duygusu ne denli doyum verici olursa olsun ,yaşlanmak,hastalık, düşkünlük, savaş halleri ,doğal felaketler , kazalar,insanlar arası ilişkilerde yaşanan bozgunlar ,kırıklıklar ve ölüm üstesinden gelinemez ıstırap kaynakları olarak karşımızda durmaktadır.Acı Nietzsche’nin söylediği gibi bizi öldürmez ise aksine güçlü yapar.Acı’nın anlamı insanı daha iyiye götürmesidir.Acı hayatın gerçek tabiatına dairdir ve ancak yaşanarak  gerçek anlamda öğrenilebilir.Acının deneyimlenmesi eşduyum yoluyla diğer insanların çektikleri acıyı anlamamızı sağladığı gibi,bizi acıya karşı savaşmaya ve ızdırabı dindirmeye çağırır.Gerçekten yapmak istediklerimizi yapabilmek için acıya katlanabiliriz.Acı bizi daha iyiye götürüyorsa anlamlıdır.Ve son olarak “acı çekme ve ölümden kaçış umudu olmadığında” der Frankl “diğerlerine,Tanrı’ya ve kendisine onurla acı çekip ölünebileceğini göstermede bir anlam vardır”

D.Anlamsızlık karşısında başvurulan savunma mekanizmaları şu şekillerde olabilmektedir

■Mücadelecilik:Kendilerine her zaman ve koşulda savaşılması gereken bir mesele bulan kişilerin savunma mekanizmasıdır.Toplumsal hareketlerde ön plana çıkarlar.Bu hareketlerin bütün nedeni bu kişiler değildir kuşkusuz.Ancak harekete katılan pek çok kişiden daha ateşli ve uzlaşmaz bir tutum içindedirler.Hareket dindikten sonra ve katılımcılar evlerine ,basit günlük yaşamlarına ,işlerinin başına döndükten sonra bile bu bireyler mücadeleci tutumlarını sürdüreceklerdir..
■Nihilizm: Anlamı varmış gibi görünen etkinliklerin anlamsız olduğunu ısrarla göstermeye çalışan agresif bir tutumla karakterizedir.Kendi görüşlerindeki haklılığı bir nevi ispat çabasıdır.
■Bitkisel yaşam: Duygu durumun donuklaştığı ve bilişsel düzeyde herhangi bir gayeye inanmanın anlamsızlaştığı bir durumdur.Kayıtsızlık depresyona karşı bir savunmadır.Münzevilik ve alkol madde bağımlılığı görülebilir.Kimi durumlarda psikotik bir epizod araya girer.Basit şizofreni olarak sıklıkla psikiyatrik tanı alırlar.
■Zorlantılı etkinlik: İşe veya kendisini tamemen verebileceği bir etkinliğe sorgulamadan bağlanmak.İşkolik hastalarda sıklıkla görülür.
E.Hayatın anlamına dair yüksek düzeydeki savunmalar

■Özgecilik: Erikson,kırklı yaşlara kadar kimlik edinme, yakın ilişkiler kurabilme ve işine egemen olma çabaları ile geçiren insanın bu yaştan sonra genç kuşağa bildiklerini aktarma ,onları yetiştirme şeklindeki üretici ve özgeci bir tutuma  doğru ilerlediğini  söylemiştir.Bu tutum insanın anlam gereksinimine en etkili yanıtlardan birisini verir.
■Hedonizm: M.Ö. 4 yy.da antik Yunan’a ,Epiküros’a kadar uzanan hedonist gelenek ,hayatın anlamının yaşamın insana sunduğu güzelliklerin ve olanakların farkına varmak ve zevk almak olduğunu söyler.J.S.Mill’in faydacı etiği ile içi içe girebilen hedonizm Hıristiyan ahlakı ile yaşadığı çatışmaları aşarak varlığını sürdürmeyi başarmıştır.
■Kendini gerçekleştirme: Abraham Maslow ,insanın doğuştan gelişme potansiyeli olan bir varlık olduğunu söyler.Maslow’un öğretisi ,M.Ö 4 yy.da  “içsel kesinlik” öğretisi her nesnenin ve her varlığın kendi amacını ve sonunu getireceği bir gelişme potansiyeline ve nüveye sahip olduğunu söyleyen Aristotales’den esinlenmiştir.Maslow’a göre kendini gerçekleştirme insan organizmasına ait kültürden bağımsız bir süreçtir.Hatta çoğu zaman toplum ve kültür insanın kendini gerçekleştirme eğilimini onu sosyal ve geleneksel rollerin içine kendi eğilimlerinin aksi istikametinde yerleştirerek engelleyici rol üstlenebilir.İnsanın içinde hiyerarşiye sahip güdüler(ihtiyaçlar) kendilerini ifade etmeye yönelik olarak zorlarlar.Önce fizyolojik olanlar (açlığını giderme,barınma) sonra daha yüksek gereksinimler (güvenlik,emniyet,sevgi ve ait olma,kimlik,özsaygı)karşılanır.Bu gereksinimlerden sonra bilişsel (bilgi,içgörü,akıl) ve estetik gereksinimler (simetri,uyum,bütünlük, güzellik,meditasyon, yaratıcılık, ahenk) tatmin edilerek kendini gerçekleştirmeye yönelinir.Maslow şöyle demektedir:”insanoğlu o şekilde meydana getirilmiştir ki,daha dolu ve daha dolu bir varlık için zorlar ve bu ,çoğu insanın iyi değerler,huzur,nezaket,cesaret, dürüstlük, sevgi. bencil olmama ve iyilik adını vereceği şeylere doğru zorlama anlamına gelir. Maslow böylece ne için yaşıyoruz sorusuna “potansiyelimizi gerçekleştirmek için” diye cevap verir.Arkadan gelen neye dayanarak yaşıyoruz sorusuna da “iyi değerlerin esas olarak insan organizmasının içine yerleştirildiğini ve insanın yalnızca organizmik bilgeliğine güvendiği takdirde onları sezgisel olarak bulacağını” iddia ederek yanıt verir.
■Kendini aşma: Hedonizm ve kendini gerçekleştirme “benlikle” ilgilidir. Kendini aşma ise insanın bencil kendilik uğraşısının üstüne yükselme ,bir şeye ya da birine yönelerek kendini unutma şeklindedir.Martin Buber, Hasid’çi düşünceyi (Musevi tasavvufu)  irdelemesinde insanın kendisiyle başlaması(kendi özünü araştırması, kendisini bütünleştirmesi ve belirli bir anlam bulması) gerekmesine rağmen kendisiyle bitirmemesi gerektiğine dikkati çeker.Yalnızca, “ne için? Kendi özel yolumu ne için bulmalıyım?Varlığımı ne için bütünleştirmeliyim?” sorularının sorulması gerektiğini ifade eder Buber.Yanıt şudur: “Kendi iyiliğim için değil!” “İnsan kendini unutmak ve kendisini dünyaya kaptırmak için kendisiyle başlar;insan kendisiyle meşgul olmamak için kendini anlar” Dönüş , Yahudi mistik geleneğinde önemli bir kavramdır. Eğer bir insan günah işler ve bu günahtan uzağa dönerse,dünyaya ve tanrının verdiği bir görevi yerine getirmeye doğru dönerse o kişinin eşsiz bir biçimde aydınlatılmış olduğu,en dindar ve kutsal kişinin üzerinde bulunduğu düşünülür.Diğer taraftan,eğer kişi suçluluk ve pişmanlığa gömülmeye devam ederse o kişinin bencillik ve alçaklık bataklığına saplandığı düşünülür. Buber şöyle der:“Kötülükten ayrıl, iyilik yap.Yanlış mı yaptın?O halde iyi bir şey yaparak bunu dengele”
Viktor Frankl ,kendini ifade etme ve gerçekleştirme kaygılarının aşırılığa vardığında hedefini şaşıran bir boomerang gibi kendine döndüğünü söyler.İnsanoğlu da aynı şekilde hayatın kendisine sunduğu anlamı kaçırdığında kendisiyle meşguliyete dönmektedir.Kendisi dışında bir şey göremeyen insan kendisini veya içindeki bir şeyi görmeye yönelir.Aşmaya yönelik olmayan tavır kişiler arası ilişkilerde belirgindir.İnsan,örneğin cinsel ilişkilerinde kendisine ne kadar odaklanırsa en sondaki tatmini o karda az olur.İnsan eğer kendisini seyrederse , kendi uyanışı ve rahatlamasıyla birinci derecede ilgilenirse cinsel işlevsizlik yaşama olasılığı büyüktür. Frankl kendini ifadenin çağdaş idelalleştirilmesinin,eğer kendi içinde sonlandırılırsa sıklıkla anlamlı ilişkiyi olanaksız kıldığını düşünür.Maslow,kendini gerçekleştiren bireylerin (ki sayıları çok az olsa gerektir) sağlam bir benlik duygusuna sahip olduklarını ve diğer insanları kendini ifade aracı olarak kullanma yerine onlara “ilgi” gösterdiklerini söyelr.Knedini gerçekleştiren bireyler kendilerini benliklerini aşan hedeflere adarlar.Geniş ölçekli global konularda-yoksulluk,bağnazlık veya ekoloji gibi-veya daha küçük ölçekte,birlikte yaşadıkları kişilerin gelişimi üzerinde çalışabilirler. 

kaynak: http://www.varoluscupsikoterapi.net

 


Yorumlar - Yorum Yaz